Planlar, planlar, planlar…
Üzerinden yaklaşık bir ay geçtikten ve hafızamdan da tamamen silinmeden (aslında not almayı severim ama böyle organizasyonlarda maalesef koşuşturma bol olduğu için pek fırsatım olmadı) katıldığım Mystic Festival hakkında bir şeyler yazayım istedim.
Her festival öncesi yaptığım üzere; hayal kurma, tasarlama, karar verme ve uygulama aşamaları Mystic Festival için hemen hemen iki yaz sürdü. En başta enflasyonunun %100 üzerinde seyrettiği gerçeği (her yazımda az çok değiniyorum, kınamayın) özellikle tasarlama ile uygulama aşamalarının son yıllarda maalesef aşırı uzamasına sebep oluyor. İlerleyen aylarda bu sürelerin daha da artması kaçınılmaz görünüyor. (twitter’daki az takipçili ekonomist mode off)
“Ülke ekonomisinin bir müziksevere etkileri” konusunu bir kenara bırakıp Mystic Festival konusuna geri dönersek, Polonya’nın güzel liman kenti Gdansk’da 2019 yılından bu yana, her yıl seyirci ve grup sayısının artarak devam ettiği bir organizasyon. Bu sene doksandan fazla grup ile beş sahnede, dört gün süren bu güzel etkinliğe Extreminal Metal Magazine adına katıldım.
Polonya Vize İstiyor Mu? Son Durum Nedir?
Polonya, dünya yüzeyinde bulunan çoğu ülkenin yaptığı gibi Türkiye’ye vize uygulayan ve çoğu kişinin son yıllarda vize alma konusunda artık kâbuslar gördüğü, Schengen bölgesine dahil bir ülke. 2022 yılında Polonya’nın Schengen vize başvurusu ret oranı %17 civarındayken, 2023 yılı için bu oranın daha da artacağı tahmin ediliyor. Yine de başvuruda bulunacakların şu duruma bakıp moral bozmaması, sürecin selameti ve strese girmemek açısından önemli.
Yukarıdaki iki paragraf boyunca bahsettiğim bütün bu iç karartıcı bilgilerden sonra her şeyin hazır olduğunu ve yolunda gittiğini varsayarak sırt çantamızı toparlayıp, yola koyulmaya işlemlerine geçebiliriz. Varşova’ya İstanbul veya Antalya üzerinden direkt uçuşlar bulunmakta, ancak benim sizlere tavsiyem daha hesaplı olması açısından Antalya seçeneğini kullanmanız yönünde.
Fredric Chopin Havaalanından Varşova Şehir Merkezine Nasıl Gidilir?
Yaklaşık üç saatlik bir yolculuğun ardından, dünyanın en önemli klasik müzik bestecilerinden Frederic Chopin’in adı verilen havaalanına iniyoruz. Pasaport kontrolü, bagaj vs. işlemlerinden sonra yaklaşık 15 km kadar şehir dışında olan havaalanından şehir merkezine ulaşmak için birkaç seçeneğimiz mevcut.
İlki ve en hesaplı olanı Terminal 2 kapısının hemen karşısında bulunan 148, 175, 188, 331, N2 numaralı otobüsler. Ortalama her 15 dakikada bir hareket eden bu otobüsler ile şehir merkezine yaklaşık 30-40 dakikada ulaşabilirsiniz. Toplu taşıma için biletleri, duraklarda bulunan bilet otomatlarından (menüler arasında kaybolduğum için kullanamadım), telefonunuza indireceğiniz uygulamalardan veya büfelerden 3.4 zloty karşılığında satın alabilirsiniz. Unutmamanız gereken: toplu taşımayı kullandığınızda biletlerinizi eğer uygulamadan satın aldıysanız, araç içinde bulunan karekodu okutarak, fiziki olarak satın aldıysanız yine toplu taşımada bulunan makinelerde aktifleştirmeniz gerekli. Elbette rastgele yapılan bir kontrol esnasında yüzlerce zloty ceza ile karşılaşmak istemeyiz. Bu arada bahsetmeyi unuttum; ülke Euro bölgesine dahil olduğu halde para birimi zloty ve gün itibariyle 1 zloty 6.4 TL değerinde. Şehir merkezine bir diğer ulaşım seçeneği Bolt, Uber, Opti gibi taksi uygulamaları. Talebin yoğunluğuna göre 60-80 zloty arasında değişen fiyatlarla şehir merkezine ulaşım sağlayabilirsiniz. Bir diğer seçenek de Terminal A binasının altındaki tren istasyonunu kullanmak.
Şehir Merkezini Biraz Gezelim
Şehir merkezine ulaştıktan sonra, İkinci Dünya Savaşında %80’i harap olmuş ve aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş olan bu güzel şehri gezip görmek için en azından iki tam gün ayırmanızı öneririm. Old Town bölgesine kadar devam eden Kraliyet Yolu, Polonya krallarının taç giyme törenlerinin yapıldığı Aziz John Bazilikası, Varşova’nın giriş kapısı ve surlarının olduğu Barbican, harika bir göleti bulunan Saxon Bahçesi, Stalin döneminde yapılan, uzun yıllar şehrin en yüksek yapısı unvanını koruyan, ayrıca tuhaf da bir hikayesi olan Kültür ve Bilim Merkezi (meraklısına araştırma konusu), dünyanın en önemli bestecilerinden Chopin’in müzeye çevrilmiş evi, Nobel ödülünü ilk alan kadın, ayrıca iki farklı dalda Nobel ödülü alan tek insan olan Marie Curie’nin müze evi, kendisi de bir Polonyalı ve toplama kampından kurtulmuş birisi olan Roman Polanski’nin Piyanist filminde az da olsa değindiği Varşova Ayaklanması’nın anısına yapılmış Ayaklanma Müzesi ilk aklıma gelenler. Özellikle Kraliyet Yolu ve Old Town bölgesinin gece ışıklar altında görüntüsünün insanı hayran bırakacak kadar güzel olduğunu da söyleyebilirim.
Varşova’dan Gdansk’a Nasıl Gidilir?
Festivalin gerçekleşeceği Gdansk şehrine ulaşım hakkında biraz bilgi vermek gerekirse: Varşova ile Gdansk arası yaklaşık 350 km ve en uygun ulaşım yöntemi, tren. 1 Class adı verilen lüks (!) vagon biletleri (ücretsiz olarak tercihinize göre kruvasan, kek veya salata ile yanında bir içecekten oluşan menüsü var) ortalama 270 zloty civarındayken, 2 class denilen standart vagon fiyatı ise 170 zloty civarında. Biletleri ise, internet üzerinden veya ilk durağımız olan Varşova Centralna istasyonundan alabilirsiniz. Yaklaşık 3 saat süren yolculuğun ardından Gdansk Glowny istasyonu bizim son durağımız. Tren istasyonu ile festival alanı arası yaklaşık 2 km kadar. Katılımcılar için, kamp alanı veya şehir merkezindeki otel, hostel ve airbnb gibi çeşitli seçenekler mevcut. Katılımın yoğunluğu düşünülürse daha önceden rezervasyon yapmak şart.
Gdansk Nam-ı Diyar DANZIG Nasıl Bir Yer?
Biraz da eski adı Danzig günümüzdeki adı Gdansk olan şehirden bahsedecek olursak: Varşova’ya oranla çok daha sakin (akşam saat 10’dan sonra sokaklarda pek kimse kalmıyordu), Baltık Denizi’nin hemen yanı başında, yaklaşık 600 bin kişinin yaşadığı bir şehir.
Yeme-içme, konaklama, ulaşım fiyatları başkente oranla biraz daha uygun diyebilirim. Festival öncesi imkanı olanlar için etrafı keşfetmek adına bir günün yeterli olacağını düşünüyorum. Şehrin merkezi diyebileceğimiz Dlugi Targ (Uzun Pazar), Uzun Pazar’ın giriş ve çıkış noktalarındaki Altın ve Yeşil Kapılar, Azize Meryem Kilisesi (şehri tepeden görmek isteyen ve antremanlı olanların 480 merdiveni tırnanıp çan kulesine çıkmasını öneririm), Gdansk Ulusal Müzesi görülebilecek yerler arasında. Ayrıca Azize Meryem Kilisesi’nin hemen yan sokağında dünya kehribar başkenti olan Gdansk’a özel kehribardan yapılmış çeşit çeşit süs eşyalarını da inceleyip, satın alabilirsiniz.
Biraz da festival mi konuşsak?
Yukarıda da bahsettiğim gibi bu yıl beş sahne, doksandan fazla grubun, Gdansk Tersanesi’ni dolduran binlerce müziksever ile buluşmasıyla gerçekleşti Mystic Festival. Ghost, Danzig, Gojira sırasıyla üç günün headlinerı iken, warm up adında “haydi biraz ısınalım” tadında dördüncü bir gün eklendi. O günün de ağır topu Motörhead’ten aşina olduğumuz Phil Campbell ve grubuydu.
Main Stage ile onun hemen yakınında bulunan daha küçük bir sahne olan Park Stage, daha çok yerel grupların sahne aldığı Desert Stage, kapalı mekan olan The Shrine Stage ve yine kapalı olan en küçük sahne Sabbath Stage birçok gruba ev sahipliği yaptı. Festivalin warm up adı verilen ilk günü, hafta ortası olması ve nispeten büyük grupların diğer günlerde sahne çıkması nedeniyle daha az katılımlıydı. Benim için en rahat gün oldu diyebilirim, neredeyse hiçbir konseri kaçırmadan tüm grupları izleyip, fotoğraflayabildim.
Warm Up Day (Isınmaya Başlıyoruz)
Warm Up gününün ilk saatlerinde, sırasıyla tümü Polonyalı olan Drown My Day, R.I.P ve Undeath gruplarını izleme fırsatım oldu. İçlerinden en iyileri pırıl pırıl gençlerden oluşan thrash grubu R.I.P’di. Daha sonra İsveç’ten günün en sempatik ikinci grubu Defleshed sahne aldı. (İskandinavlar hakkında çok soğuklar şekilde bir önyargı vardır) Sanırım death metal dinlemek istiyoruz artık diyen birçok kişi de The Shrine sahnesini doldurmuş, o saate kadar ki en kalabalık konseri izliyorduk. Fotoğraf çekip, biraz da video kaydı aldıktan sonra çalışmayan havalandırmaya aldırmadan (Bu problem diğer günlerde de devam etti) Defleshed’i sonuna kadar izlemeyi başardım. Günün en iyi performansıydı diyebilirim.
Warm Up Day Gerçekten Bizi Festivale Hızlıca Isındırdı!
The Shrine, Sabbath ve Desert Stage’in yan yana olması ve birer koridorla diğerine geçebilmek çok büyük rahatlıktı, üstelik aynı zamanda iki sahnede de gerçekleşen konserlerde ses yalıtımının ve ses düzeninin çok iyi olması sayesinde minimum eforla, maksimum keyif aldığını sanıyorum katılanların.
Sıradaki grup, Deströyer 666’yı bekleyene kadar iki saatlik bir zaman aralığım vardı, ben de araştırmacı fotoğrafçı olarak etrafı gezip fotoğraflayarak bu boşluğu değerlendirdim. Ana sahneye çıkan yol üzerinde sağlı sollu festivalin ve grupların resmi merchlerini alabileceğiniz standlar buluyordu. Nakit kullanımı olmadığı için tüm alışverişlerde kredi kartı kullanımı zorunluydu. Resmi festival ve grup tişörtleri ortalama 100 zloty civarındayken, çeşit çeşit CD, kaset, plaklar ise 20-30 zlotylerden başlayıp 200 zlotylere kadar fiyatlarıyla satıştaydı. Yeme-içme konusunda pek seçenek yoktu ne yazık ki. Bira çeşitleri 15-20 zloty, dilim pizzalar 35-40 zloty, kebap adı altında satılan tavuk döner ise 30 zloty civarındaydı, kapalı sahnelerin olduğu alanın girişine bulunan yerde ise limitsiz içme suyu akan çeşmeler katılanların hizmetindeydi.
Destöyer 666 günün benim için dördüncü grubu oldu. Nedense o “666” sayısı yüzünden hep en koyusundan black metal grubu çağrışımı yapan grup sahnede son derece enerjik ve uyumluydu, arada kamerama da poz vermeyi ihmal etmediler. Defleshed’te olduğu gibi kalabalık bir kitleye çaldılar. Destöyer 666 sahneden ayrılıp hemen karşı sahnede soundcheck’i bitiren Ne Obliviscaris’e yetiştim. Yaklaşık on kadar fotoğrafçı bize ayrılan adeta engelli parkuru şekilde düzenlemiş küçücük alanda en güzel kareleri yakalamak tatlı bir telaş içindeydik. Birbirimize çarptıkça veya fotoğraf çekeni engellediğimizi gördükçe İngilizce ve Lehçe “pardonlar, özür dilerimler” havalarda uçuşuyordu. Bu durum, organizasyonun festivalin üçüncü günü “cinnet geçiren fotoğrafçı kamerasıyla dehşet saçtı” diye haber olmamak için, bize ayrılan alanı genişletmesiyle son buldu. Sanırım günün en yanlış sahne ve saatte de yer verilen grubu da Ne Obliviscaris oldu. Desert gibi ufak bir sahnede yolları tamamen kapatacak kadar yoğun bir seyirci topluluğuna çaldılar. Özellikle kemancı ve vokal Tim Charles hem sahnede hem vokalde hem de kemanda tek başına çok iyiydi.
Biraz Mola ve Sonra Devam
Ne Obliviscaris’den sonra The Shrine Stage’de sahneye çıkan Phil Campbell and Bastard Sons’u beklemeye başladık. Phil Campbell ve çoluk çocuğuyla birlikte sahneye çıktığında doğal olarak bütün kameralar ve gözler Phil Campbell’daydı. Hak geçmesin, biraz da onları izleyin dercesine sık sık sahnenin gerisine attı kendisini. Iron Fist, Damage Case, Stay Clean, Kill by Death ve olmazsa olmaz Ace of Spades ile çoğu klasik Motörhead parçalarını icra ettiler ve güzel bir nostalji gecesi yaşattılar. Phil Campbell and Bastard Sons ile günün tek çakışan konseri Akhlys konseriydi. Phil Campbell’a bana müsaade diyerek yan salon olan Sabbath Stage’deki grubu izlemeye geçtim. Sanırım ses konusunda sorun çıkan günün tek konseri de Akhlys’indi. Ayrıca uzun introlar, sürekli tekrar eden riffler, gün boyu koşturmanın verdiği yorgunluk ile gruba çok fazla vakit ayıramayıp kendimi boş bulduğum bir bankın üzerine bıraktım.
Biraz moladan sonra sıra, pandemi öncesi ülkemizde konser vereceği duyurulan ama son anda iptal olan Polonyalı black/thrash grubu Witchmaster vardı. Witchmaster için ise; izlediğim gruplar içinde günün en iyi ikinci performansıydı diyebilirim. Grubun yırtıcı ve yıkıcı performansına uygun olarak, saatin gece yarısını geçmesine ve gün içindeki koşuşturmaya rağmen hala mosh pitte her çeşit aksiyon mevcuttu. Witchmaster’dan sonra artık gece saat 1 olmuşken, kalan son enerji kırıntılarımı da Litvanya’dan post-black metal grubu Au Dessus’u izleyerek harcadım. İlk günün sonu gece saat 3:00’a yaklaşırken eve vardığımda, fotoğraf çekmekten ve sahneler arası koşturmaktan şarjı bitmiş bir fotoğraf makinesi ile vücuda sahiptim.
1. Gün (Her Yerde Hayaletler)
Pek sık yaşamadığım bir durum olan “sabahları kahve içmeden ayılamıyorum” durumundayım. İki kupa kahveyi içtikten sonra sıra artık asıl başlangıç gününün programını yapmaya gelmişti. Bunu önce kağıt-kalem ile çözmeye çalışsam da, festival esnasında sık sık başvurduğum ve işimi oldukça kolaylaştıran Mystic Festival uygulamasını tasarlayıp, kullanıma sunan ekibe teşekkür etmem gerek. Festival programını, gruplar hakkında bilgileri, son dakika haberlerini takip etmemizi sağladı.
Günün izlediğim ilk grubu İsveç’ten daha önce hiç dinlemediğim (festival öncesi Spotify’ı saymazsak) Orbit Culture’dı. Groove soslu melodik death metali icra eden grubu, bu zamana kadar gözden kaçırmış olmam enteresan olmuş. Türü sevenlerin şans vermesi gerektiğini söyleyerek, festivalin çoğu kişi için en can sıkıcı olayına geçiyorum. Normalde saat 16:00’da Main Stage’de sahne alması gereken Lord of the Lost’un konseri, sahnenin zamanında kurulamaması, eksiklerin giderilememesi yüzünden iptal oldu. Facebook ve uygulama üzerinden organizasyonun konu hakkında zamanında bilgi vermemesi, ana sahnenin saat 17:30’a kadar açılmaması ile birlikte yol üzerinde oluşan metrelerce kuyruğa, aşırı sıcak hava da eklenince tepkiler arttıkça arttı. Lord of the Lost iptal oldu bari ana sahnedeki bir sonraki grup Testament iptal olmasın diye, içimden geçire geçire hiç tarzım olmamasına rağmen metalcore grubu Nothing More’u izlemeye tekrar The Shrine sahnesine döndüm. Bana pek hitap etmese de sahne şovu, seyirciyle iletişimi ve enerjisi ile çok başarılı olduklarını söyleyebilirim. Üstelik vokalin kaslı ve çıplak vücudunu kan kırmızıya boyayıp, sahnede akrobatik hareketler sergilemesiyle çoğu genç kızın gönlünü kazanmış olmalı.
Testament’i Kaçırmamak Gerek
Yaklaşık 600-700 metre uzaklıktaki Main Stage’de iyi bir yer kapmak için hızlı adımlarla sahne önüne geçtiğimde ise; fotoğrafçı ve basın için ayrılan alanın, bırakın iyi bir kare yakalamak için uygun olmasını, tek kişinin yürümesi için bile yeterli olmadığını gördüm. Yaklaşık 30-40 kişilik bir basın grubunun o daracık yerde çalışmasına imkan yoktu ki; gerçekten de öyle oldu. Bize verilen üç parçalık fotoğraf çekme ve görüntü alma aralığında randımanlı bir çalışma olanağı bulamadan alandan ayrıldık. Ancak, Chuck Billy ve ekibi sahnenin tozunu atıyorlardı. 61. doğum gününü geçtiğimiz günlerde kutlayan Chuck, nice gençleri ceketimin cebinden çıkarırım der gibiydi, hatta “bakın onların yanında hatıra olarak pena da çıkarıyorum” diyerek sahne önündekilere bol bol pena dağıttı.
Behemoth Seyircisiyle Buluştu!
Testament’tan sonra günün bir diğer ağır topu, kendi saha ve seyirci avantajıyla sahneye çıkan Behemoth’tu. Gün içinde elektrikli scooter ile şen şakrak festival alanını turlayan Nergal, şimdi sahneye gerili beyaz perde ve sislerin içinden, intro olarak seçtikleri Post-God Nirvana’nın liriklerini okuyordu. Bol ateş, sis ve ışık gösterisi eşliğinde son iki albümleri ağırlıklı olmak üzere hazırladıkları setlist ile bir saatten fazla süren bir performansla seyirciyi coşturdular. Son on beş dakikası Bloodbath ile çakışan Behemoth’u istemeye istemeye bırakıp The Shrine sahnesine doğru yola çıktım (festival boyunca oradan oraya koşturmalarımın toplamının 70 km gibi bir rakam olduğunu görünce şaşırıyor insan) Bloodbath eski ve yeni albümlerinin bir karması şeklindeki setlisiyle bir saat kadar sahnedeydi. Pek diyaloğa girmeden, aralıksız çalarak sahneden indiler.
Ghost Çılgınlığı
Bloodbath’tan hemen sonra günün headlinerı Ghost’a kadar yan sahnede İzlanda’dan black metal grubu Nyrst vardı. Pek bir beklentim olmamasına rağmen, şöyle bir göz atıp, güzel birkaç fotoğraf çekmek maksadıyla sahne önündeki yerimi aldım. Sahneye, tekinsiz melodiler ve sisler içinde, adeta zombi filmlerinden fırlamış imajlarıyla çıktılar. O gün her iki kişiden birinin Ghost tişörtü giyip, Papa Emeritus makyajıyla, kızların ise rahibe kostümleriyle sahneye önüne koşturduğu sıralarda Nyrst, orada bulunan az sayıdaki kişiye black metal işte böyle yapılır dedi. Son yıllarda Svartidaudi, Misthyrming gibi İzlanda menşeili isimlerinin yazılması zor ama kaliteli işler yapan gruplardan birisiymiş Nyrst, görmüş oldum.
Ve yukarıda da değindiğim gibi bugün festivalin ikinci günü değil adeta Ghost günüydü. Junior Papa Emerituslar ve rahibeler kostümlü genç kızlar her yerdeydi. Ana sahne ise dolup taşmış, yiyecek içecek bölümündeki sahneyi canlı yayınlayan TV ‘nin önü bile tıklım tıklımdı. Gün içindeki sahne önü faciasından sonra (basın için ayrılan alan hala tek kişinin geçebileceği genişlikteydi) konseri, Ghost fanlarının arasına karışıp izlemek daha mantıklı olur dedim. Son iki albümleri Impera ve Prequelle ağırlıklı bir setlistle sahnede iki saate yakın izlediğimiz Ghost’u maalesef ben 2015 yılında bu kadar popüler değilken, daha karanlık daha saykodelik parçalar yaparken bırakmışım. Yine de sonuna kadar kalıp (binlerce kişinin arasından alandan çıkmak imkansızdı) az da olsa yer verdikleri ilk iki albümdeki parçaları canlı dinlemek hoştu.
Moonspell ve Sylvaine İle Gece Bitti
Ghost’tan hemen sonra ise, yakın zamanda ülkemizde ağırladığımız iki grup vardı. Aynı saatlerde başlayan Sylvaine ve Moonspell. Altı ayda bir bazen Türkiye’de bazen yurtdışında rastlaştığım Moonspell’in fotoğraf için izin verilen üç parçalık süre boyunca fotoğraflayıp, karşı sahneye Sylvaine’nin akustik performansını izlemeye geçtim.
Gitaristi ve kendisi huzur dolu melodileriyle günün yorgunluğuna adeta ilaç gibi geldiler ve tek kötü yanı sadece 45 dakika sürmesi olan bu harika akustik performansını umarım yakın zamanda ülkemizde de izleyebiliriz, diyerek bu günü de nihayete erdirmiş oldum.
2. Gün (İsveçliler Günü)
Festivalin ikinci günü benim için, Park sahnesindeki festivale sonradan eklenen Polonyalı black metal grubu In Twilight’s Embrace ile başladı. Fotoğraf çekiminden sonra sabırsızlıkla beklediğim bir black-death metal grubu Kanonenfieber’i izlemek için yerimi aldım. Aslında, warm up gününde yine Birinci Dünya Savaşı temalı grup olan 1914’ü de izleyecektik. Ancak, Ukrayna hükümetinin aldığı karar nedeniyle, ülkelerinden ayrılamayan Hell:ON ve Season Of Melancholy birlikte son anda 1914 konseri de iptal olmuştu. Maalesef anavatanlarından sonra ikinci kez izleme şansım olmadı. Kanonenfieber, parçalarında da intro olarak sık sık kullandıkları bol cızırtılı, dünya savaşında kullanıldığını düşündüğüm propaganda plaklarının sesleri, dikenli teller, sahne önüne yığdıkları kum torbaları, askeri üniformalarıyla izleyiciyi de havaya soktular. Ortama biraz ters dursa da pogolar, wall of deathler eksik olmadı. Konserin sonuna doğru sahneye getirdikleri çam ağaçları, sahnenin üstünden serpiştirdikleri kar taneleri, solistin shell shock etkisindeki asker performansıyla sanırım Verdun Muharebeleri’ne gönderme yaptılar. Henüz üç yıl önce kurulmuş bir grup olsa da, ileride isimlerini daha da çok duyacağımızdan şüphem yok.
Kanonenfieber’den sonraki grup bu sonbaharda ülkemize gelecek olan Soen’di. İstanbul, Ankara’dan sonra üçüncü karşılaşmamız Polonya’da olmuştu (sonbaharda sanırım dördüncü olacak) Imperial ve pek sevdiğim Lotus albümünden üçer parça çalarak, keşke biraz daha sahneden kalsalardı iç çekişleriyle sahneden ayrıldılar.
Soen’den sonra Dismember’a kadar bir saatlik arayı yeme içme molası ve dinlenme molası olarak değerlendirdim (askerlikten bu yana uykuyu ve dinlenmeyi en çok aradığım zamanlar hep festivallerde karşıma çıkıyor) Bir önceki güne göre katılımın biraz daha az olduğu ikinci gün, yemek ve içecek sırası buna paralel olarak daha azdı. Neyse ki ana sahnenin yakınlarında hangi stanttan geldiğini tahmin edemediğim ağır bir balık kokusuna fazla maruz kalmadan yiyecek içeceğimi alıp kaçabiliyordum. O gün ilk defa bizlere tahsis edilen basın çadırını da görme fırsatım oldu. Şarj istasyonları, su sebili, kahve makinesi, masa ve sandalye normal günlerde gayet alelade şeyler olarak görülebilirken, bu gibi festival ortamlarında hayati öneme sahip, adeta çölde bir vaha kıymetinde diyebilirim. Çadırın arka bölümünde bulunan şezlonglar ise, koşturmaktan bitap düşmüşlere sahnedeki grubun artık ninni gibi gelen melodileri eşliğinde uyuma fırsatı da sunuyordu.
Şimdi Dismember Zamanı!
Uygulama, Dismember için sahne vakti diye uyarı verirken, ben de bize ayrılan alandaki yerimi aldım. Sahne önünü ise, ta İsveç’ten takımını desteklemeye gelmiş taraftarlar gibi bayraklarını, flamalarını kapıp gelmiş Dismember fanları parsellemişti. Grup da bu fedakarlık karşısında sık sık onları selamlayıp, pena dağıttı. Dismember’ın ilk parçasına başlamasıyla birlikte, Park Stage mecazi değil gerçekten toz duman olmuştu. Mosh pitte adeta göz gözü görmüyordu, grup da buna nazire yaparcasına ateşi harladıkça harladı, kaç wall of death yapıldı ben sayamadım. Günün en iyi, en enerjisi yüksek konseriydi.
Günün bir diğer death metal grubu ise yine İsveç’ten Grave’di. Aynı saatlerde başlayan ama benim pek dinlemediğim ve tahmin edileceği üzere yine İsveç’ten rock grubu The Hellacopters’ı pas geçip 45 dakikalığına da olsa Grave’i izleyip, fotoğrafladım. Organizasyon death metal fanlarının harcadıkları efordan bitap düşmüş olacaklarını tahmin etmiş olmalı ki, programda 45 dakikalık bir ara görünüyordu, biraz dinlemek için basın çadırında boş bulduğum şezlonglardan birine uzandım. Şezlongda uzanmış uzaklardan gelen The Hellacopters’ın melodilerini dinlerken, beni gören birisi “tatile gelmiş galiba” diye düşünebilirdi ama gün boyu fotoğraf makinesi taşımaktan ağrıyan omzuma çevrede masaj yapacak kimse yoktu ve üzerine mini plaj şemsiyesi iliştirilmiş tropikal içkim de eksikti.
Ortamlı “Elektriklendirmek” Gerek
Dismember’ın tozu duman kattığı aynı sahnede, bundan dört yıl önce Brutal Assault’ta izlediğim, artık gecenin bir yarısı yorgunluktan ölüyor olmamdan mı, günde en fazla üç saatlik uykunun, müziğin yada alkolün etkisinden mi bilmiyorum halüsinasyonlar gördüğümü düşünmeme sebep olan Electric Wizard vardı. Black Mass ile yine o uğursuz ve tekinsiz melodiler çalınmaya başladığında, sanırım Çek biraları ve uykusuzluk birleşince bünyeye etkisi o şekilde oluyormuş diye düşündüm. Yoksa, Electric Wizard gayet de güzel müziğini icra ediyordu. 45 dakika kadar grubu izledikten sonra, bir diğer mutlaka görmem gerek dediğim grup Carpathian Forest’ı izlemek ve biraz da ısınmak için kapalı sahnelerden birisi olan The Shrine’a doğru hızlı adımlarla yola çıktım, zira akşam karanlığı çökmüş ve hava haziran ayından beklenmeyecek kadar soğumuştu.
Carpathian Forest, Lucifer, Danzig …
Carpathian Forest ise, neyse biraz ısındım bari diyebileceğim bir performans gösterdi. Özellikle, Nattefrost gerçekten kötü günündeydi sanırım. Sık sık detone olması, olur olmadık yerde çığlık atmaya çalışması vs. Carpathian ile daha fazla vakit kaybetmeden karşı sahnede olan ilk parçalarını bitirmiş olan okült rock grubu Lucifer’i izlemeye geçtim. Ters gitmeye görsün kişinin işi, muhallebi yerken kırılır dişi demişler, işte bu sefer de sevdiğim gruplardan olan Lucifer’in ses problemi yüzünden zaten 45 dakika olan sahnesinin yaklaşık 15 dakikası ziyan oldu. Teknik ekibin yoğun çalışmasıyla, düzelen problem sonrası bir kaç parça daha çalabildiler.
Sırada, Danzig’de Danzig dinlemeye gelmişti. Punk efsanesi Misfits’in has adamı Glenn Danzig’i zaten senede bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda konserde görülürken, bunlardan birsinin de Mystic Festival olması büyük şanstı. Sahnedeki iki dev ekranda yine ikiye bölünmüş, Danzig’in de logosu olan ve ayrıca ilk albümün de kapağı olan kuru kafa altında albümün tamamını çaldılar ki, mest olduk resmen. Sahnede yetmişine merdiven dayamış ama 70-80’lerin punk ruhundan bir şey kaybetmemiş yaşayan bir efsaneyi canlı izlemek özel anlardı benim için (aynı şeyleri Robert Plant, Nick Mason, Roger Waters bir de gülmeyin ama Erkin Koray konserlerinde hissetmiştim)
Sıra geldi Watain’e
Danzig konserini bitirdikten sonra gecenin son konseri ve tabii yine İsveç’ten, yoğun emek harcanarak bitirilmiş bir sahne düzenlemesiyle bizleri bekleyen Watain’di. Kıpkırmızı ışıklandırma, yanan meşaleler, mumlar, ikonlar, ters haçlar, flamalar, kafatasları ile sahne değil adeta bir filmden seti andırıyordu (Indiana Jones: Temple of Doom’u izleyenler zihninde canlandırabilir) İşin aslı, ben de dahil fotoğraf ve video çekmek için orada olanlar ile sahne önündekilerin bir çoğunun aklında zaten vukuatlı bir grup olan Watain’i izlerken “bu sefer acaba başımıza neler gelecek” sorusu gelmiştir. Seyircinin üzerine kan püskürtmek, meşale savurmak vs. klasik Watain şovlarını bizim üzerimizde bu sefer denemezler diye düşünürken, Erik sisler içinde elinde meşalesiyle göründü. Kısa bir konuşma yapıp, meşaleyi seyircilerin üzerine fırlattı ve seyircilerden birinin ninja maharetiyle yakalamasıyla kimse en azından bu seferlik zarar görmemiş oldu ama bu kez meşalenin ucundan ayrılan yanan kısım kablo yığınının arasına düştü, kısa süreli bir panikten sonra yangın büyümeden söndürüldü. İstanbul’a geldiğinde ufacık mekan ve aşırı kalabalık içinde bir kez izleyebildiğim Watain’i yakından görünce, gerçekten bu işi hakkıyla yapan bir grup olduğunu daha net fark ediyorsunuz. Saatlerce süren sahne dekorasyonu, bir an bile durmayan Erik’in kendini paralarcasına harcadığı efor, boğazını parçalarcasına yaptığı vokal, diğer grup elemanlarının da ona uyum sağlaması… (minimum çabayla bu kadar korkutucu görünmeyi başaran favori elemanım Alvaro Lillo’da yine çok iyiydi)
Watain’den sonra İsveç’te yapılan bir festivalden belki daha fazla İsveçli grubu izlediğim günü bitirmiş, ertesi gün olan programıma göre, daha az koşturma içerdiğini görmenin verdiği rehavetle biraz daha fazla dinlenebilirim diye düşünüyordum.
3. Gün (Yorgun ama Mutlu)
Son günü saat 17:00 sularında, önünde sonunda ülkemize gelecek ve bu sefer iptal olmayacak diye diye yurtdışı festivallerde rastlaştığımız Wolfheart ile açtım. Yakın zamanda (bkz. Gaahls Wyrd Tour 2022 & Ultima Ratio Fest 2022 ile Budapeşte İzlenimleri -2-) izlemiş olduğum için grubu biraz fotoğraflayıp, izlemezsem olmaz dediğim Djevel için The Shrine sahnesine gittim.
Evet, mutlaka izlemeliyim dediğim gruplar beni pişman etmeye devam ediyordu. Bu seferki sorunumuz, sahneyi basan ve salonun içini de kaplamaya başlayan sisten hiçbir şey göremiyor oluşumuzdu. Arada sisin dağılır gibi olduğunu gören sorumlu dur durak bilmeden veriyordu sisi. Bir ara sis bulutunun arasından grubun corpse paint yaptığını görür gibi oldum ama o Djevel miydi, ben mi hayal görüyordum emin olamadım. Kalabalığı yara yara, sislerin içinden yan salonda başlamak üzere olan tek kişilik pagan-folk müzikleri icra eden Lili Refrain’i izlemeye geçtim. Yıllar önce izlediğim Wardruna, Heilung konserlerinden, severek oynadığım ve yakında ikincisi çıkacak olan Hellblade: Senua’s Sacrifice oyunundan esintiler taşıyan, iyi bir performanstı.
Biraz karanlık, biraz hüzünlü sahneler izledim
Bir sonraki gösterimiz, kıyafetleri ve tavırlarıyla bence modern dervişlere evrilmiş Naige’nin Alcest’iydi. Son günlerde sık sık severek dinlediğim Darkher’in ilk 15 dakikasını kaçırma pahasına sonuna kadar izlediğim konserlerden birisi oldu. Alcest gibi çok fazla takip edeni olan, kaliteli bir grubun günün erken saatlerinde ve sadece 45 dakika süre verilmesi bence hatalı bir karar olmuş. Ana sahnede biraz daha geç bir saatte çalmaları daha yerinde bir karar olurdu. Son albümleri Spiritual Instinct ağırlıklı olmak üzere sekiz parça çalıp sahneden ayrıldılar.
Sırada, ilk 15 dakikasını kaçırdığım, Jayn Maiven’in tek kişilik doom, gotik, folk türlerini harmanlayıp harika işler çıkardığı projesi Darkher vardı. Türü sevenlerin ve melankoliden hoşlananların mutlaka seveceğini düşündüğüm tarzda müzik yapan grup (davulcusu da sahnedeydi) Realms ve Buried Storm adında çıkarmış olduğu iki albümden toplam dokuz parça çaldı (ilk 4 parçayı dinleyememek üzücü, alacağın olsun organizasyon) son günün en güzel 30 dakikasıydı.
Dark Angel Sahne Alıyor
Ana sahnede yılların thrash grubu Dark Angel hazırlıklarını bitirmiş sırasını bekliyordu (ben hala saat ve sahne olarak Alcest ile yer değiştirmelerini gerektiğini düşünüyorum) İlk üç gün basın ekibine işkence dolu anlar yaşatan gerek ana sahne, gerekse diğer sahnelerdeki basına ayrılan alan meselesi son gün itibariyle artık çözülmüş görünüyordu ve alan tahminimden daha fazla genişletilmişti. Grupları daha iyi çekebilmek için, alanın genişletilmesini de fırsat bilenler mini katlanır merdivenini, taburelerini kapıp sahne önünde yerlerini aldılar. 75 dakikalık kendine ayrılan süreyi bitiren Dark Angel’a veda ettikten sonra, Park Stage’de bir “Bleed Mushuggahçısı” olarak izleyeceğim grubun fotoğraf ve video kaydına izin vermediğini öğrenmemizle hepimiz elimiz böğrümüzde kalakaldık. Birkaç parça dinledikten sonra Sabath Stage’deki Antimatter ile genç kızların sevgilisi, manga karakterlerinden esinlenme oluğunu düşündüğüm kostümüyle sırf merak ettiğimden izlemeye gittiğim Sleep Token konserleri vardı.
Gojira Bana Poz Verdi!
Öncelikle Sleep Token’dan bahsetmem gerekirse; ışık kullanımı ve grup elemanlarının sahne kostümleri olarak gerçekten muhteşem bir grup. Arkasındaki ekip de sahne önünden gördüğüm kadarıyla son derece profesyonel ama ben grubu hangi kategoriye koyacağımı bilemedim dostlar. Progresif metal desem pek değil gibi, alternatif rock üzerine biraz pop ve indie soslu, post rock+metal sanırım. Özellikle anime manga kültürüne, cosplaye sempatisi olanların çoktan dinleme listelerine aldıklarını düşünüyorum, sanırım spotify ve youtube dinlenme sayıları ile gençlerin gösterdiği ilgiye bakınca ileriki yıllarda adından çok daha fazla söz ettirecek bir grup. Daha sonra, bizim gibi dinozor metalcilerin yeri olan eski Anathema elemanlarından müteşekkil Antimatter konserini izlemeye geçtim. İlginçtir, katılımın çok az olduğu bir konserdi. Sanırım gençlerin Sleep Token’a, orta yaşlıların Gojira’da sahne önünde yer kapmaya gitmesinin etkisi vardı. Grubu çeken tek fotoğrafçı olarak, arada bana poz da vermeleri sayesinde konser sonunda mutlu mesut günün headlinerı Gojira’yı izlemek için ana sahneye geçtim.
Festivalin ilk günü nasıl Ghost günüyse, bugün de Gorija günüydü. Her iki kişinin birinin üzerinde Gojira tişörtü görüyordum neredeyse. 2014 ve 2015 yıllarında hala nasıl peş peşe iki yıl ülkemize geldiklerini inanamadığım Gojira’yı üçüncü kez Polonya’da izleyecektim. Ghost kadar olmasa da büyük bir kalabalık alanda toplanmıştı. Mario’nun gümbür gümbür davulları eşliğinde Born for One Thing ile açılışı yaptılar. Fotoğraf çekerken güvenlik elemanlarının bizleri sürekli geriye gidin diye uyarmasının sebebi de ilerleyen dakikalarda belli oldu. O zamana kadar sadece Behemoth’un kullandığı alev makineleri bu sefer de Gojira için çalışıyordu. Yüzümüzü ısıtan alev makinelerinin anlık parlamaları eşliğinde, sadece iki parça boyunca fotoğraf ve video kaydı için izin vardı. Süre bitip, dışarı çıkarılınca o gün The Hellacopters konserinde keşfettiğim basın çadırının bir köşesinde yığılmış tahta paletler üzerine çıkıp Gojira’yı fena olmayan bir açıdan izlemeye devam ettim.
Unleashed ve Perturbator İle Festival Bitiyor!
Konser sonuna doğru hava iyice soğumuş, esen rüzgar da dile gelip artık eve gidip sıcak bir duş aldıktan sonra dinlensen ne güzel olur dedi, diyecekti. Programa göre, daha önce de izlemiş olduğum Unleashed ile Perturbator konserleri vardı. Enerjimin son kalan kırıntılarıyla önce kapalı mekandaki Unleashed’ı izler, hem de ısınır oradan da Park sahnesindeki Perturbator’u da gördükten sonra eve doğru yola çıkarım diye planımı uygulamaya koydum. Planım tıkır tıkır işliyordu ama artık ayaklarım başta olmak üzere, bütün vücudum s.o.s veriyordu. Kuzey’in oğlu J. Hedlund’un kıpır kıpır parçalarının nakarat kısımlarına biraz da eşlik ettikten sonra artık iyice sonbahar mevsiminden bir geceye dönmüş soğuk havaya rağmen (siz siz olun öğle vaktindeki güneşe aldanıp da montsuz, polarsız dışarı çıkmayın) Perturbator’u beklemeye başladım. İstanbul’a geldiklerinde de izlemiş olduğum Perturbator’u, keşke tekrar izleseydim pişmanlığı yaşamaya fırsat bırakmadan, bu güzel festivali nihayete erdirdim.
Özetleyecek ve Puanlayacak Olursam;
Dolu dolu ve neredeyse bir anını bile boş geçirmediğim bu güzel festivali her yazının sonunda adet olduğu üzere puanlamam gerekirse;
Ulaşım: 10/10 (şu ana kadar katıldıklarım içinde en rahat ulaşım imkanına sahip olan festivaldi)
Festival Alanı/Ortamı: 9/10 (Bir puanı da zamanında bitirilemeyen ana sahne ve basın için ayrılan alanın darlığı yüzünden kırdım)
Sahne Alan Gruplar: 10/10 (Her dinleyiciye hitap eden harika gruplar)
Yeme-İçme: 5/10 (En sorunlu kısım bu bölümdü. Seçeneklerin azlığı ve fiyatların yüksekliği can sıkıcıydı)
Fiyatlar: 8/10 (Merch fiyatları ortalamanın bir tık üstündeydi, yiyecek-içecek fiyatları da ortalamanın iki katıydı diyebilirim)
Seneye açıklanacak gruplara göre, daha da tecrübeli ve tabi antrenmanlı olarak katılmayı tekrar düşünebileceğim bir festival olarak listemdeki yerini almış oldu Mystic Festival.