Sitemizin Gezgin Fotoğrafçısı Murat Yine İş Başında
Birkaç aydır aralıksız devam eden yoğun iş temposu, katıldığım bir elin parmağını geçmeyen ekinlik harici çok fazla rutin günden sonra özlediğim ortamlara dönüşüm, Avrupa’yı birlikte turlamakta olan Mercenary ve Hatesphere‘ı Viyana’da izleyerek, hemen ardından da komşu Çekya’daki iki günlük Heathen Strike Over Brno festivaline katılarak oldu. Yeni rota olarak Oslo’daki Inferno Festival’e gün sayarken, bu yazıyı yazmak için uzun süredir aradığım ilhamı da Brno’da izlemiş olduğum Grimner’ı dinlerken en sonunda bulabildim.
Viyana Günleri
Avusturya, her ne kadar Hellfest, Wacken, Brutal Assault, Graspop gibi büyük festivallerin gerçekleştiği bir ülke olmasa da (2024 yılı için daha küçük festivaller görünüyordu) çoğu grubun rotasında yer alan bir ülke. Sadece Mart ayı içerisinde turnede olan Cryptopsy, Dragonforce, U.D.O. Enslaved, Taake, Cattle Decapitation, Atheist gibi gruplar ülkeyi ziyaret edecekler arasında. “Ülkeyi” demek ne derece doğru olur bilmiyorum ama etkinliklerin neredeyse hepsi başkent Viyana’da.
Bu etkinliklerin bir tanesinin de Danimarkalı gruplar Mercenary ile Hatesphere’ın Viyana’ya adım attığımın ikinci gününde ve konakladığım yere 500 metre mesafede (evden çıkıp yürüyerek konsere gitmek ne kadar güzelmiş. İstanbul’da bir konsere katılmak için sekiz saat yolculuk yapınca anlıyor insan) hatta iki porsiyon schnitzel parasına konser verdiklerini görünce “bu fırsat kaçırılmaz” diyerek biletlerini satın aldım.
Viyana Havaalanına indiğimde, güneşli ama soğuk ile birlikte bıçak gibi kesen rüzgar tarafından karşılandım. Şehir merkezine ulaşmadan önce son kontrollerimi ve programımı da listemde yaptıktan sonra bir 10-15 dakikalık yürüme mesafesinde olan tren istasyonuna ulaştım. Havaalanı, şehrin bir 15 km kadar dışında olduğu için en ekonomik ulaşım yolu olan treni tercih etmek uygun seçenek. Havaalanı içerisindeki ÖBB (Österreichische Bundesbahn) otomatlarından 4.4 EU karşılığı biletinizi alıp, Wien-Mitte istasyonunda şehir merkezine doğru aktarma yapabilirsiniz ve aktarma için de ayrıca 2.2 EU vererek bilet satın almanız gerekiyormuş.
Elbette bir gezgin olarak etrafta onca gezilecek yer varken soğuğa ve rüzgara aldırmadan, nasıl olsa akşama daha çok zaman var diyerek istasyona kısa bir yürüme mesafesindeki Belvedere Sarayı’nın bahçesinde soluğu aldım. Henüz meşhur fotoğraflarda görüldüğü gibi inanılmaz bir renk cümbüşü yoktu ama son sürat peyzaj çalışmaları devam ediyordu. Karlsplatz ve şu günlerde dünyanın en tuhaf anıtı olmaya aday arkasında boydan boya Ukrayna bayrağı uzanan Sovyet Askerleri Onur Anıtı, hemen her gün bir şekilde yolumun düştüğü Hofburg Sarayı, başkentin çoluk çocuk hepsinin profesyonel buz patencisi olduğunu gördüğüm Rathausplatz Meydanı ve parkı ile her köşesi tarih, sanat ve estetik harikası olan Stephansplatz, gotik mimari şaheseri Aziz Stephan Kilisesi, detaylarına bakarak saatler geçirebilecek barok mimarinin güzel örneği Karlskirche, masallardan fırlamış bir görünüşü olan Votivkirche…
Viyana Tam Bir Turist Şehri Denebilir
İlk gün gezebildiğim yerler bunlarla sınırlı kalırken, artık sırt çantası-fotoğraf makinesi ikilisinin ağırlığı bu bugünlük bu kadar yeter diye sırtıma ve omuzuma sinyaller yollamaya başlamıştı. İşte bu yorgunluk esnasında, benim de dikkatsizliğim sayesinde google haritaların “içinde gasse geçiyorsa tamam burasıdır ya” diye konaklayacağım yer olan Nödlgasse yerine Hödlgasse denilen bambaşka bir yere yönlendirmesiyle bir saatten fazla zaman kaybı üzerine ekstra olarak Viyana’nın banliyölerini de görmüş oldum.
Viyana’daki ikinci gün tarihi ve turistik yerleri gezmeye, fotoğraf çekmeye devam ettim ve şu kadarını söyleyebilirim; gördüğüm onca şehir içerisinde sanırım en fazla müze, tarihi yapı, tiyatro, opera barındıran yer Viyana’ydı. Detaylı gezi bir haftalık zaman alır diye tahmin ediyorum.
Gelelim yazımızın asıl konusu konser, sahne performansları ve metal müzik kısmına..
Yukarıda da dediğim gibi gruplar, konakladığım yere 500 metre mesafede olan, Escape Metal Bar & Live Club isimli yerde sahne alacaktı. Mekan, ulaşımın çok kolay olduğu ana cadde üzerinde ve barın alt kısmında, ortalama 150-200 kişilik mini sahnesi olan bir yerdi. Saat 19:00’da ilk grup Mercenary sahne aldı. Uzun zamandır böyle sempatik grup izlememiştim. Artık power metalin katkısından mıdır, yoksa uykularını alıp güzel bir kahvaltı yaptıklarından mıdır nedir, Mercenary sahnede hem çalıyor hem söylüyor hem de parça aralarında geyik muhabbeti yapıyordu. Son albümleri Soundtrack for the End Times’tan altı parça toplamda ise on parça çalarak alkışlarla ve ellerindeki bira şişelerini izleyicilerle tokuşturarak sahneden indiler. Ancak konserin bitmesi geyik muhabbetinin biteceği anlamına gelmiyormuş, vokal Rene koşa koşa üst kata çıkıp merch standında sahnede kaldığı yerden devam etti. Yurt dışı konserlerin en sevdiğim yeri işte bu bölümü. Grup ile aranda hiç bir mesafe yok ve sahneden inip sohbet edebilme, karşılıklı bira içebilme imkanın çok daha fazla.
Gecenin son grubu yine Danimarkalı Hatesphere‘ydi. Uzun bir intro eşliğinde sahneye çıkan grup, ilk parçayla birlikte “haydi haydi” diye seyirciyi bol bol mosh pite davet etti ama 8-10 kişi haricinde bu çağrıya pek uyan olmadı maalesef. Havalandırmanın böyle mekanlar için bir klasik olarak sorunlu olması, mekanın dar ve topluluğun hafta içi okulundan veya işinden çıkıp gelen izleyicilerden oluşması istedikleri reaksiyonu pek alamamalarına sebep oldu sanırım. Benim de gün boyu gezmekten “aman her dakikası verimli geçsin” diyerek (iki günde 40 km den fazla yol yürümüşüm) konserin sonlarına doğru enerjim dibi görmüş vaziyetteydi (belki ayıp olmasın diye kıyısından köşesinden çok nazik insanlar tarafından icra edildiğini gördüğüm mosh pite girebilirdim) Hatesphere sahnede bir buçuk saate yakın kalarak, gayet de tatmin edici bir performans sergilediler. Konser sonunda, yarınki yolculuk için çantayı hazırlama ve sabah erkenden tekrar yollara düşmeden önce iyi bir uyku çekme vaktiydi.
Heathen Strike Over Brno V İsimli Festival İçin Yola Koyuldum
Bu seferki rotam daha underground müzikler için Heathen Strike Over Brno festivaliydi. Kapıların açılış saati 15:00, ilk grubun da 15:30’da sahne alacağını düşünürsek “erken kalkan yol alır” diyerek sabah saatlerinde Wien Central istasyonuna doğru yola çıkmalıydım. Brno (Avusturyalılar Brün diyor) Viyana’dan her iki saatte bir hareket eden tren seferleriyle (bilet ücreti 325 çek korunasıydı. O günkü kurla 1 TL yaklaşık 0.76 CZK) yaklaşık 1.5 saatte ulaşılabilecek bir konumda ve 300 binlik nüfusuyla Çek Cumhuriyeti’nin en büyük ikinci kenti. Prag’a oranla oldukça küçük ve iki tam gün ile her köşesi kolayca gezilebilir. Benim maalesef son güne bıraktığım ve kapanış saatini de geçirdiğim Aziz James Kilisesi ve tespit edilebilen 50 bin kişinin kemiklerinin sergilendiği mezarlığı, Aziz Peter Kilisesi ve güzel bir şehir manzarası sunan Spilberk Kalesi gezilebilecek noktalar arasında.
Kapalı ve ara ara yağmurlu bir havanın karşıladığı Brno’ya vardığımda, gözüm beni yine saçma sapan yerlere yönlendirmesin diye haritadaydı. Neyse ki bu sefer kısa bir yürüyüşten sonra eşyalarımı bırakıp, bana 15 dakikalık yürüyüş mesafesindeki adı Prvni Patro olan ve festivalin düzenleneceği yere vardım. Kapalı alan festivallerinden aşina olduğum ortamlara hiç benzemiyordu. Giriş katındaki geniş bölümün sağ tarafı ufak sahneye, sol bölüm ise tamamen yeme içme ve bar kısmına ayrılmıştı (ayrıca Viyanalılardan daha iyi schnitzel yapıyorlar) Ortadaki büyük alan ise masa sandalye dolu, katılanlar yiyip içiyor, sohbetini ediyor, bir yandan da sahneyi izleyebiliyorlardı. İkinci kat ise bir koridordan oluşuyor, yine bar kısmı ve merch standlarına ayrılmış bölümler vardı. Ortasındaki kapıdan ana sahneye geçiş yapılıyordu. Yaklaşık 700-800 kişi kapasiteli olduğunu tahmin ettiğim sahnenin, ses sistemi ise gayet kaliteliydi. Son gün keşfettiğim üçüncü kat ise koltuklarla dolu, bir nevi yorulanlar veya birasını alıp sohbet etmek isteyenler için düşünülmüş dinlenme alanından oluşuyordu.
Ayrıca yeme içme seçeneklerini çok beğendiğimi söylemeliyim. Klasik festival ortamı tarzı karton tabak, plastik çatal-bıçak-kaşık üçlemesi yerine porselen tabakta metal çatal, bıçak ile yemek, mini tencere görünümlü kasede çorba içmek insana iyi hissettiriyor. Tek eksiklik; afişte 1.5 EU olacağı yazan biranın 2.5 EU (60 çek korunası) civarında olmasıydı. Yemekler ve atıştırmalıklarda 100 korunadan başlayıp 200 korunaya kadar seçenekler bulunuyordu. Lezzetli Çek biralarından en fazla tükettiğim festival olarak da Heathen Strike Over Brno’yu anılarıma not düşmüş oldum.
Prvni Patro’ya vardığımda ilk grup olan Death on Arrival sahneden inmişti. Biramı kapıp ana sahnedeki şehrin yerli gruplarından Wolfarian’ı izlemeye geçtim. Sahnede hurdy gurdycisi, klavyecisi, kemancısı ve grubun geri kalanıyla birlikte dokuz kişilik bir ekibin müziği ile kendimi Witcher 3 oynuyormuşum da yanımda Vesemir ile Yennefer eksikmiş gibi hissettim. Yaptıkları müzik bu kadar mı oyunu andırır, folk-pagan metal severler kaçırmasınlar diyorum bu güzel grubu.
Küçük sahnenin ses sisteminin pek tatmin edici olmaması ve daha çok ismini ilk defa duyduğum Çek grupların çıkması beni daha çok ana sahnede zaman geçirmeye yönlendirdi. İlk günün bu konudaki tek istisnası Aralık ayında Varşova’da izlediğim Helleruin’di. Bence ana sahneyi hak eden grubu ufak sahneye layık görmeleri organizasyonun hatasıydı. Alanı dolduran kalabalığı ve grubun performansını gördükten sonra yanlış tercih yaptıklarını anlamışlardır sanırım. Helleruin’i iki ay arayla iki farklı ülkede izleyip, konser sonunda Varşova’da bulamadığım “Devils, Death and Dark Arts” tişörtünü de alıp komboyu tamamladım.
Günün bir diğer hurdy gurdyli grubu Polonya’dan Lyrre’ydi. Vokalin huzur veren sesi, yumuşak tınılar, seyircinin pür dikkat sahneye odaklanıp, sessizce konseri takip etmesi “ben klasik müzik konserindeyim galiba” hissi oluşturdu. Üst katta genel olarak bunlar oluyorken alt katta ise; fazla vakit ayıramadığım Theotoxin, Inferno, günün benim için en iyisi Helleruin gibi gruplar ile kıyamet kopuyordu.
Lyrre’den sonra sıra, sanırım ek iş olarak ayrıca diğer grupların sahne işlerine, sound checklerine vs. de el atan Romanya’dan Bucovina’daydı. Bence yaptıkları müzik ve sahne performanslarıyla dünya çapında bir gruplar ama sanırım kendi dillerinde müzik yapmalarının dezavantajları ve fazla da festivallerde konserlerde görünmemelerinden olsa gerek, fanları dışında pek tanınmıyorlar sanıyorum. Ana sahnenin ağır basan folk etkisini biraz azaltan Bucovina yine günün beğendiğim gruplarındandı. Geldik günün en neşeli ve yine folk-pagan grubuna; Çek Cumhuriyeti’nden Deloraine. Eğer bir gün düğünüm olursa, ilk çağıracağım grup hiç bir masraftan kaçınmadan Deloraine olurdu. Yüzlerce kişiyi dans ettirebilmek, sahnede bir an bile durmadan kıvrak figürler sergilemek her grubun harcı değil ve bunu Deloraine başardı (ayrıca grubun diğer vokali Maria da dansözlük eğitimi almış, gözümden kaçmadı) Merak edenlerin live videolarını izlemelerini tavsiye ederim.
Günün diğer sempatik grubu da ABD’li ikiz kız kardeşlerden oluşan Harp Twins’di, bununla birlikte üst katın ilk günkü konsepti artık iyice ortaya çıkmıştı. Bol bol folk-pagan müzikleri ve eşliğinde danslar. Gerçi pek şikayetçi olduğum sözlenemezdi. Biramı içiyordum, dans edenleri izliyordum, arada alt kata inip schnitzelimi yiyordum (ikinci kez övüyorum gerçekten övülecek kadar vardı) Harp Twins’e gelince seyirciyle en çok diyalog kuran, underground konsepte kendilerinin de dediği gibi biraz aykırı olsa da arpları ile bu sahnede olmaktan memnuniyetlerini sık sık dile getirdiler. Kendi parçaları yanında Fear Of The Dark, Nothing Else Matters’ı da arp ile coverlayıp bol bol alkış aldılar. Son kısımlarda ise; kendilerine eşlik eden Volfgang Twins adında yine ikiz davulcu kardeşler eşliğinde gösterilerini bitirdiler.
Harp Twin sonrası alt katta Helleruin ile ortalık cehenneme dönmüşken, üst katta kaç kez izlediğimi unuttuğum ama uzun zamandır ülkeye uğramayan Haggard vardı. Günün en kalabalık topluluğuna çalmak da kendilerine nasip olmuştu. Artık klasikleşen Per Aspera Ad Astra, Herr Mannelig, Of a Might Divine çalmaya devam ederken günün ve yolculuğun yorgunluğu bende iyice hissedilir olmuştu. Kendime en azından bacaklarımı uzatabileceğim bir yer ararken, Haggard’ın vokali Asis’in koridorda gitarın sapıyla milleti yara yara ilerleyişini izledik, sorun tam olarak neydi hiçbirimiz anlayamadık.
Günün son grubu, benim ve katılan çoğu kişi için artık fiyaskoya dönüşen Manegarm’dı. Belirlenen başlangıç saatinden bir saat daha fazla süren sound check, artık yorgunluğu gözlerinden okunan seyircinin bir kısmının konser başlamadan üçer beşer mekanı terk etmesine, kalanların büyük kısmının da artık saat gece saat 3’e doğru yaklaşırken ayrılmasına neden oldu. Nezaket icabı bir özür bile dilemeyen grubu, artık bu kadarı benim için işkence oluyor diye yorgun argın eve doğru giderken bıraktığımda 100 civarı kişi izliyordu (iade şansım olsaydı aldığım tişörtlerini iade edecektim bu yaptıklarına karşılık ama sanırım 100 kişiye çalmak biraz olsun ders olmuştur) İlk günün sonunda neredeyse 18 saatin büyük kısmını ayakta geçirmiş, kmlerce yol yapmış, zorlukla açık tuttuğum gözlerim ve kulaklarımdaki çınlama ile kendimi yatağa nasıl attım gerçekten bilmiyorum.
(İkinci Gün)
İkinci gün, ilk güne göre nazaran sahnede görmeyi merak ettiğim daha fazla grup vardı. İlk kez izleyecek olduğum black metal grupları Taake, Asagraum ile daha önce sık sık karşılaştığımız ve tekrar tekrar izlerim dediğim Kanonenfieber, PartySan’da rastlaştığımız Ellende ile 2020 yılında İstanbul’a da gelmiş olan Harakiri For The Sky bugünün ağır toplarını oluşturuyordu. İlk gün olduğu gibi günün açılışını yapan ismini ilk kez duyduğum ve folk metal icra ettiğini öğrendiğim (Metallum: metalcinin wikipediası) Ewenay isimli grubu kaçırdım. İçeri girdiğimde ana sahnedeki Brno şehrinden Dark Seal’ın son kısmına yetişebildim. Dark Seal, kendi şehirlerinde bulunmanın avantajıyla günün erken saatleri olmasına rağmen iyi bir kalabalık toplamıştı. Sahnelerinin Hypocrisy’yi fazlaca andırdıklarını söyleyebilirim.
Alt katta ise, isimlerini ilk defa duyduğum Çek ve Polonyalı gruplar sahne almaya devam ediyordu. Yeme içme bölümünde turlarken, dinlenmek için mola verdiğimde, görebildiğim kadarıyla bu sahnede bugünün konseptini kadın soprano vokalli, senfonik veya folk metal grupları olarak belirlemiş organizasyon. Burada günün en dikkate değer grubu; gaydası, flütü, kemanı, mandolini ile (bu yazıyı yazarken bol bol dinledim kendilerini) Brno’ya Viking kostümleriyle adeta baskına değil de katılanları dans ettirmeye gelmiş İsveçli Grimner’di. Ufacık sahneye altı kişi o cüsseleriyle nasıl sığdıklarını anlamadığım grup, hepimize çok eğlenceli vakit geçirttiler, türü sevenlerin dinlemesini şiddetle öneririm.
Dark Seal’dan sonra Harakiri For The Sky’ın vokali Michael’in, daha depresif ve daha karanlık grubu Karg’ı izlemeye geçtik. Vatandaşları Ellende ile oldukça benzer sounda sahip olduklarını söyleyebilirim. Yoğun doom etkisinin de olduğu grup, işin aslı biraz sıktı beni. Ertesi gün görüşürüz diyen Bucovina ise da bir gün önceden tadı damağımızda kalan şovlarına ikinci gün de devam etti. Dün olduğu gibi aynı enerjiyle farklı parçalarla bir saat kadar yine sahnedelerdi ve yine diğer grupların sahne işlerine yardım ediyorlardı, takdir edilesi bir ekip doğrusu.
İlk kez izleyeceğim ve tamamı kadınlardan oluşan Asagraum’un sahne sırası gelmişti, yakın zaman çıkarmış oldukları Veil of Death, Ruptured albümünden parçalara bol bol yer verirler diye tahmin ediyordum. Yoğun kırmızı ışık efekti, sisler içinde ve uzun bir intro ile açılışı yaptılar. Grubun kurucusu, söz yazarı, gitaristi, vokalisti (sanırım grubun her şeyi demek daha doğru olur) Obscura’nın kulakların pasının silen vokalinin yanı sıra grubun yaş ortalamasını biraz yükselten basscı Alexandra’nın seyirciyle iletişimini de ayrıca beğendim. Umarım bir yerlerde tekrar izleme şansım olur. Günün en fazla izleyici çeken performanslarından biriydi.
Biraz dinlenmek için boş bank, sandalye veya en azından boş bir duvar dibi ararken “şu merdivenler nereye çıkıyor acaba” dememle mekanın ayrıca bir üçüncü katı olduğunu da öğrenmiş oldum. Deri koltuklar, sandalyeler, masalar katılanların hizmetindeydi (zaten her festivalde böyle yerleri en son gün keşfediyorum) O sırada sonraki durağı için eşyalarını yüklenmiş Asagraum elemanları yanımdan geçip giderlerken, Bucovina elemanları da seyirciyle hararetli bir sohbet içerisindeydiler.
Biraz mola sonrası ağustos ayında PartySan’da (bkz. PartySan Metal Open Air 2023 İzlenimleri) izlediğim, bitse de gitsek tadında bir performansla aklımda kalan Avusturyalı post-black grubu Ellende vardı. Asagraum gibi uzunca bir intro ile sahneye çıkan Ellende, bu sefer de aynı şekilde “bitse de gitsek v.2” modunda bir konser izletir bizlere diye düşünürken ilk parça itibariyle bu sefer farklı olacağını hissettirdi bana. Sahnede bir an bile durmayan vokale, grup elemanları da ayak uydurunca güzel bir gösteri izledik. Sanırım Almanya’da gündüz vakti ağustos sıcağında sahneye çıkmak etkilemiş grubu ama yine de Ellende için hala yeterince iyi bir performans olmadığını düşünüyorum.
Günün en iyi konserini ise tahmin ettiğim gibi son bir yılda üçüncü kez karşılaştığım Kanonenfieber ile izlemiş oldum. Haziran ayında Polonya’da, ağustos ayında Almanya’da, şimdi ise Çekya’da karşıma çıkan grubu aylar içinde üstüne ekleye ekleye nasıl geliştiğinin en iyi şahidi olabilirim. Grup artık müzikalitede zaten üst seviye iken, sahne şovuna çok daha fazla ağırlık vermeye başlamış. Bu konserde başka hiç bir grubun kullanmadığı alev şovları ile alev makinelerini yanlarında getirmişler. Kazandıklarını yine sahneye harcayan Kanonenfieber önceleri sadece dikenli tel, kum torbaları ile Birinci Dünya Savaşı ambiyansı vermeye çalışırken, belki ileriki aylarda sahnelerinde sahra topu, avcı uçağı, belki alev alev yanan bir tank ile görebiliriz. Yine son gün keşfettiğim ana sahnenin teras katından izlediğim Kanonenfieber sanırım günün en kalabalık ve bence en iyi konseriydi.
Harakiri For The Sky ise; grubun baş harflerinden oluşan ışıklı semboller ve sahne arkasını tamamen kaplayan flamaları önünde sahneye çıktı. Teras katından izlemeye devam edeyim diyordum ama dinlenme ve yemek molası sırasında en güzel yerler kapılmıştı (son gün olması nedeniyle terası açtılar sanırım, ilk gün kimseyi görememiştim) En son dört yıl önce İstanbul’a pek de iyi bir tercih olmayan mekanda izlediğimde, yine bir yerlerde karşılaşırız diyordum ki kısmet Çekya’ymış. Son iki albümleri Maere ve Arson ağırlıklı bir setlistle kusursuz çalarak bir saate aşkın sahnede kaldılar. Kanonenfieber’den sonra sahne görselliğine önem veren ve seyirciyi coşturan, günün en iyi ikinci grubuydular diyebilirim.
Programa göre günün ve festivalin son grubu Taake için yarım saatlik soundcheck ve sahne hazırlığı süresi belirlenmişti. O saate kadar dakika bile sapmayan program nedense günün son gruplarında saçma sapan hal alıyordu. Dün Manegarm’ın yaptığını bugün de Taake yapmıştı. Saat gece 1:30 olmuş biz hala Taake bekliyorduk. Artık yorgunluğum dayanılmaz hal almışken, beni orada tutan tek şey grubu ilk defa izleyecek olmamdı (tıpkı Manegarm gibi) Saat 2’ye yaklaşırken nihayet ışıklar söndü, fon müziği kesildi ve grup sahneye çıktı. İşin aslı sonuç tam bir hayal kırıklığıydı benim için. Kendini tekrar eden 10 dakika üzeri parçalar, Hoest’in sahnedeki dans figürü mü, yoksa başka bir şey mi denemeye çalışıyor acaba diye anlam veremediğim hareketleri, kalan grup elemanlarının donuk halleri artık eve gidip uyumak için bahane arayan beni yarım saat daha orada tutabildi. Dün gece olduğu gibi 100 civarı kalan kişiyle devam eden Hoest ve Taake’yi orada bırakıp, soğuk ve çiseleyen yağmur altında eve doğru yola çıktım.
Adet olduğu üzere festival hakkında son bir değerlendirme yapalım:
Tek kelime ile harika bir mekan tercihi yapılmış. Merch standları, yeme-içme bölümü, her katta bulunan barlar çok çok iyiydi, hatta katıldığım festivallerdeki (büyüklüğüne göre diye not düşeyim burada) belki de en iyisiydi diyebilirim. Şehrin merkezinde olması, gecenin ilerleyen saatlerinde bile toplu taşımanın bulunması daha uzak noktalardan gelen katılımcıları memnun etmiştir sanırım. Gruplara değinecek olursam; küçük sahnede ilk gün black metal ağırlıklı gruplar yer alırken, ikinci gün kadın soprano vokalli folk-pagan gruplarına ayrılmıştı. Üst kat ise, ilk gün daha çok pagan-folk gruplarını görürken, ikinci gün black metal grupları ağırlıktaydı. Organizasyon böyle sahneler ve günler arasında değişimli bir konsept düşünmüş ki, bence gayet güzel bir fikirdi. Bira çeşitlerinin 60 koruna, yemek seçeneklerinin ortalama 150-200 koruna dolaylarında seyretmesi (Prag’a göre oldukça hesaplı bir şehir diyebilirim Brno için) aslında bir öğrenci şehri olan Brno için gayet makuldü diyebilirim. Merch standlarında tişörtler 300-400 koruna aralığında seyrediyordu ki, özellikle Kanonenfieber ve Harakiri For The Sky konserleri sonrası grupların merchlerine yoğun talep vardı.
Heathen Strike Over Brno tek seferlik bir festival miydi yoksa seneye de olacak mı hiç bir fikrim yok ama gezemediğim yerleri görmek ve katılacak gruplara göre tekrar programıma ekleyebileceğim bir organizasyon. Buraya kadar sıkılmadan okuyabilenlere katılabilecekleri bol konserli günler (2024 yılı ülkemiz için oldukça yoğun geçiyor) diliyorum. Bir sonraki festival kritiğinde görüşmek üzere…